Ertuğrul Özkök: Her mahallenin bir Fahriye Ablası vardı; bizim ise Mrs. Robinson’unumuzdu Ayten Hanım
Hürriyet’in Ankara bürosunun barından girişini, sepya bir fotoğraf gibi hâlâ taşıyorum artık yaşlanmaya başlayan hafızamda…
Tarifi güç bir kadındı…
Salona kendisinden önce hakkında dinlediklerimizin girdiği bir silüet…
Yedi Kocalı Hürmüz müzikalinden hafızamıza kazınan, genizden gelen hafifmeşrep sesiyle koltuğa oturup kadehini eline aldığı zaman, ne Ankara’nın siyaseti ne Demireller, Ecevitler, Erbakanlar, Türkeşler kalırdı…
Artık bütün gecemiz onundu…
Sadece onun “Tanrım” diye başlayan şarkısının, ölünceye kadar içimizde kalacak nakaratı yankılanırdı o salonda…
Tiyatronun ve sinemanın usta ismi Ayten Gökçer, 84 yaşında hayatını kaybetti
Kimdir Ayten Hanım?
Bir türlü tarif edemediğimiz bir duygu…
Hayranlık?
Yetmez…
Arzu?
Yetmez…
Ulaşılamazlık?
Hayallerimizi aşan bir güzellik…
Ve bizde sadece küçücük iç gıcıklamalar bırakan bir cilve…
Hepimizin hayalet sevgilisiydi dün sabah kaybettiğimiz Ayten Gökçer…
Ama hiç “Ayten” diyebileceğimiz bir samimiyet sınırına indirmediği çok zarif bir mesafe…
Hepimiz ancak o mesafeden sevebilirdik Ayten Hanım’ı…
Ayten Gökçer, 1987-1988 yıllarında canlandırdığı Yedi Kocalı Hürmüz ile
hafızalarda unutulmaz bir yer edindi
Nasıl anlatabilirim onu şimdi…
Aşık olduğumuzu, en kıskanç sevgiliye bile rahatlıkla anlatabildiğimiz bir güzellik…
Hayranlığımızı saklayamadığımız, hiç çekinmeden sevgilimize bile itiraf edebildiğimiz Selim İleri romanından çıkıp gelmiş bir kadın portresi…
Anlatırken sevgilimizin gözlerinde bile en küçük kıskançlık kıvılcımı görmediğimiz Ayten Hanım’dı o.
Sanki Tanrı tarafından hepimize bahşedilmiş bir joker sevgililik hakkımızdı bizim.
Çok hikâye dinlemiştik onun hakkında…
Hepsi özgür bir kadının hikâyeleri…
Bazıları doğru…
Bazıları ise tamamen uydurma, yakıştırma, yapıştırma şeyler…
Hepsi de “Hayatın Şeyleri…”
“Bizim neslimizin ise bir Mrs. Robinson’u vardı”
Bizden önceki neslin erkeklerinin bir “Fahriye Ablası” vardı.
“İçini gıcıklardı bütün erkeklerin
Altın bileziklerle dolu bileklerin
Açılırdı rüzgarda kısa eteklerin
Ne güzel komşumuzdun sen Fahriye abla…”
Her mahallenin işte böyle bir Fahriye ablası vardı.
Bizim neslimizin ise bir Mrs. Robinson’u vardı.
Hürriyet’in kapısından girer, salona oturur, hep beraberinde getirdiği neşesini, cıvıltısını Tinker Bell’in büyülü mutluluk tozu gibi üzerimize serperdi.
Bazen gözlerinden başka bir şey göremezdik.
Etrafında bir hayranlık halkası ile oturur, geç saatlere kadar dinlerdik Ayten Hanım’ı…
Bizden 7-8 yaş büyüktü.
Yaşlarımız lisenin toy delikanlılarının epey üstünde olsa da hepimize Graduate filminin kendinden büyük kadına aşık olan genç öğrencisi Benjamin Braddock heyecanını işte böyle bir gecikmeyle verirdi.
Anlardık; hayali bir Mrs. Robinson’a aşık olmanın yaşı yoktur.
Sadece bize mi? Cumhuriyet’in Ankara’sında birkaç neslin erkeklerine, hepimize yaşatmıştır o Benjamin duygusunu biraz…
Ulaşılmaz… Efsane bir Mrs Robinson’du Ayten Hanım…
“Bazen gözlerinden başka bir şey göremezdik”
Tansu’ya rahatlıkla anlatabildiğim bir hayranlıktı benimki…
Tıpkı Maria Callas gibi.
O güzel cıvıltının üzerinde bir diva şalıyla gezerdi.
Shakespeareların, Tennesse Williamsların, Çehovların, Cervantezlerin, Dantelerin meltemlerinden oluşan bir sanatçı şalıydı o…
Güzelliğini, neşesini, cıvıltısını ulaşılmaz hale getiren ince bir tül perdeyle hiç kırmadan, üzmeden tutardı o hayranlık mesafesinde…
Her salonun, her masanın, her sahnenin kraliçesiydi.
Dokunamadığımız, sadece hayran olabildiğimiz şahane sanatçı…
Diyorum ya… Hepimizin Mrs. Robinson’uydu Ayten Hanım.…
Bugün aynı mezarlığa gömüleceği eşi büyük sanatçı Cüneyt Gökçer’le evliliği Tennesse Williams senaryosu haline gelebilecek bir sanattı…
Çok farklı bir “Bir Kadın Bir Erkek” hikâyesiydi…
Ancak onu birlikte yaşayan bir erkeğin ve bir kadının yazabileceği özgür ve büyük senaryoydu…
Hepimizin, bir neslin Ayten Hanım’ıydı…
Ayten Gökçer ve eşi Cüneyt Gökçer
Yine de sadece bana ait olan tarafları da vardı.
1997’de Maria Callas’ı oynadığı Master Class’ı seyrederken, hayatım boyunca beni çok etkileyen iki büyük kadını aynı kişilik üzerinde görmek mest etmişti beni…
Sadece Maria Callas mı?
Taçsız Kral filminde, İzmir çocukluğumun en büyük kahramanı Metin Oktay’la yan geldiğinde yine aynı duyguları yaşamıştım.
My Fair Lady’nin Eliza Doolittle’ını, Audrey Hepburn’dan daha çok yakıştırmıştım ona.
Büyük rollerin kadınıydı.
Mançalı Don Kişot’un, Lisistrada’nın, Altıncı Henri’nin, On İkinci Gece’nin, Vanya Dayı’nın, Kiss Me Kate’in büyük Divası…
Yedi Kocalı Hürmüz’ün meydan okuyan özgür kadını…
Bunların hepsiydi Ayten Hanım…
Ne diyordu; Atilla Özdemiroğlu’nun bize kim bilir kaç şuh ve neşeli Ege, İstanbul, Ankara gecesi geçirten o şarkısında Hürmüz?
“Tanrım tek başına koyma kulların
Yalnızlığa ancak sen dayanırsın
Güzel, çirkin deme sen kayır yine
Bir münasip koca (aşk) ver her birimize…
Üç yetmez, beş ver…
Beş yetmez yedi ver…”
“Güle güle bizim Ankaramızın en güzel komşusu…”
Allah’ın şanslı kuluydu.
Güzelliği vermişti…
Sanatçılığın hem de en büyüğünü vermişti.
Neşe, cilve ve mutluluğu da kıymetli bir ziynet eşyası, bir çift küpe gibi takmıştı güzel yüzüne, kulaklarına…
O yedi istedi…
Allah ona koskoca bir Ankara neslininin bütün erkeklerinin gizli, açık hayranlığını verdi…
Güle güle Ayten Hanım…
Güle güle bizim Ankaramızın en güzel komşusu…
Güle güle bizim en güzel Mrs. Robinson’umuz…
Nur içinde yat Cüneyt Bey’in yanında…